Tuesday, December 1, 2009

Türkiye’nin diplomatik politikalarında değişim olabilir

SETimes
Published on SETimes (http://www.setimes.com)

Türkiye’nin diplomatik politikalarında değişim olabilir

30/11/2009
Türk dış siyaseti yön mü değiştiriyor? Türkiye Batıdan Doğuya mı yöneliyor?
Erol İzmirli, Southeast European Times, İstanbul -- 30/11/09
photoHürriyet gazatesi yazarı İlhan Tanır. [İlhan Tanır’ın izni ile yayınlanmıştır]
Türk hükümeti, dış siyasetinde herhangi bir değişiklik olmadığını söylese de, ülkenin bölgesel önceliklerinde görülen değişim – Batı dünyası başta olmak üzere – herkesin dikkatini çekiyor.
Washington’da yaşayan dış siyaset uzmanı ve Hürriyet yazarı İlhan Tanır, ülkenin diplomatik rotasını değiştirip değiştirmediğine dair görüşlerini, muhabirimiz Erol İzmirli ile paylaştı.
SETimes: Türkiye’nin dış siyaset ekseninde bir değişiklik olup olmadığına dair tartışmalar çerçevesinde, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) dış siyasetini nasıl tanımlıyorsunuz?
İlhan Tanır: Öncelikle AKP hükümetinin ideolojik değil, pragmatist bir yönetim olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu hükümetin bugüne dek Türkiye’nin gördüğü en pragmatist hükümet olduğunu bile söyleyebilirim. Dış siyasette izlenen bu yöntem bakımından AKP kimi zaman Türkiye tarihinin en liberal ve en Batı odaklı hükümeti olarak hareket ediyor.
SETimes: Sizce yeni politikaların ardındaki itici güç, bölgesel güç olma isteği mi, yoksa İslam dünyasının sesi olmak mı?
photoTürkiye, ülkedeki Kürt nüfusla daha iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor. [Getty Images]
Tanır: Bence bu proaktif politikaların en büyük nedeni, Türkiye’yi, dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi bölgesel bir güç olarak konumlandırma isteği. Öyle görünüyor ki başrolde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmak üzere Türk dış siyaset düşünürleri, Türkiye’nin bu rolü üstlenmek için gereken herşeye sahip olduğuna inanıyor. Ülkenin tarihi, büyüyen ekonomisi, nispeten yüksek nüfusu, coğrafi konumu –avantajları ve dezavantajları ile –, gerek dini kimliği gerek laik geçmişi, bölgesel güç olma görevine uygun olduğunu düşündürüyor.
Türkiye Ermenistan ile olan tarihi anlaşmazlığa son vermeye ve hem Kuzey Irak’taki Kürtler hem de Türkiye’deki Kürt nüfus ile daha iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor. Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesine ilişkin görüşmelere de, özellikle de 2004 yılındaki referandum sırasında büyük destek verdi. Ayrıca AB’ye tam üyelik konusunda da hâlâ istikrarlı bir tutum içinde. Dolayısıyla Türkiye’nin hem Doğudaki hem de Batıdaki profilini geliştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Bununla birlikte bu stratejik derinliği olan fikirlerin ve çok yönlü yaklaşımın pek çok tehlikeyi de içinde barındırdığını düşünüyorum. Bu kendine güven duygusu yanlış yönetilirse, oldukça travmatik sonuçlar doğurabilir.
SETimes: Sizce Ankara’nın kendine duyduğu bu güven, Batı ile olan ilişkilerinde sorun yaratacak mı?
Tanır: Türkiye’nin iki yakın komşusu – Suriye ve İran – ile olan ilişkileri son zamanlarda dikkat çekiyor. Bu iki örnek konusunda Türkiye hem Batılı hem Türk politikacılar ve yorumculardan oldukça ağır eleştiriler aldı ve hâlâ da almaya devam ediyor.
Suriye olan ilişkilerde Türk dış siyaset ekibi, uluslararası konjonktürü okudu ve Suriye’ye yönelik katı tutum ve politikaların gevşetilmesi gerektiğini öngördü.
photoSuriye Devlet Başkanı Başer Esad (solda) ve Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’da. [Getty Images]
Diğer tarafta Türkiye, bir diğer sorunlu komşusu İran ile olan ilişkiler konusunda da aynı yaklaşımı uygulamaya çalışıyor. Türkiye ve İran, yüzyıllardır bölgesel nüfuz için birbiriyle rekabet eden iki ülke. Yakın geçmişe, özellikle de 30 yıl önce İslami rejimin İran yönetimini ele almasından bu yana geçen sürece bakıldığında, ikili ilişkilerin daha da gerildiğini görüyoruz.
SETimes: Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerindeki soğukluk da dış siyaset eğilimleri açısından dikkat çekici bir gelişme. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tanır: Türkiye’nin İsrail’in yaklaşımına yönelik protestosu, ilk bakışta mantıklı geliyor. Fakat bu yaklaşımı mercek altına aldığımızda, Türkiye’nin siyasi liderlerinin eleştiri boyutunu aştıklarını görüyoruz. Epey olumlu bir geçmişe sahip İsrail-Türkiye diplomatik ilişkilerinde, Türkiye bazı sert iddialar ortaya atıyor.
Bu iddialar, herhalde İsrail ile olan ilişkileri kesintiye uğratmak için tekrar tekrar dile getiriliyor. Türk liderler, Davos Zirvesi'nden bu yana İsrail’e yönelik eleştirilerini azaltmadı, oysa diğer tarafta İsrail Türkiye’ye en az birkaç kez zeytin dalı uzattı. Çok kısa bir süre önce İsrail başbakanının Türkiye’nin Suriye konusunda arabulucu rolü üstlenmesini reddetmesi, onlarca yıldır süren stratejik ittifakı resmi olarak sona erdirmiş oldu.
Batı Türkiye'yi kaybediyor olabilir mi?
Tanır: Türkiye’yi kaybetmemenin reçetesi nedir? Bu sorunun yanıtı, Batılı çevrelerde hem siyasetçiler hem de yorumcular arasında büyük bir endişe kaynağı ve temel bir tartışma konusu. Eğer olur da kritik bir karar anı gelirse, Batılılar Türkiye’nin desteğini alacaklarından nasıl emin olabilirler? Korkarım bu sorunun yanıtı, pragmatist Türk yönetiminden ziyade Batılı ülkelere bağlı.
Batının bu olumlu rolü ile ilgili ilk adımlar Başbakan Recey Tayyip Erdoğan’ın Aralık ayı başında başkent Washington’a yapacağı ziyaret sırasında atılabilir. Amerikan Başkanı Barak Obama, bu ziyarette ve daha sonrasında bazı somut tekliflerde bulunmalı. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin ABD ve Batı dünyasının yanında yer almasını istiyorsa İran konusunda Türkiye’nin neden Batı ittifakına daha yakın olması gerektiğine dair pragmatik nedenler öne sürmeli.

Tuesday, October 6, 2009

OBAMA VE SOZ VERDIGI "DEGISIM" NE DURUMDA:




ILHAN TANIR
Bu aralar Baskentte ve bircok tv ve gazete yazilarinda konusulmaya agirlikla baslanan konu obama nin secilmesinden tam 11 ay gectikten sonra ve ise baslamasindan 9.5 ay gectikten sonra, Obama'nin en buyuk kampanya slogani olani 'degisim' cagrisina ne kadar sadik kaldigi.
Bilindigi uzere Obama 2 yil boyunca amerikan baskanligi icin yaptigi kampanya boyunca, amerika nin her eyaletini ve sehrini dolasarak, Amerikan halkina 'degisim' ve 'umut' sozleri verdi. Bu degisim sozunun, harika hitabeti beraberinde ve o zamanki Bush doneminin getirdigi derin hosnutsuzluklar ve memnuniyetsizliklerin de etkisiyle Amerikan halki katinda ciddi bir dikkat cekmisti. Amerikan halki, sebebi ne olursa olsun, artik savaslarda bulunmak istemiyor, ekonominin iyilesmesini arzu ediyor, amerikan halki ve tabi ki partileri arasindaki derin ayriliklarin sonuclanmasini bekliyor, ayni zamanda tarihindeki ilk siyahiyi baskan olarak secmek istiyor ve ayrica turistik gezilere gittiginde avrupa da diger ulkelerde yeniden sevilmek ve hayranlik duyulmak istiyordu. Bu isteklerinin tumunu yapacagini soyleyen bir adayi secmekle, Amerikalilar boylece bir tasla birkac kus vurmak istiyordu.

Butun bunlarin cevabi da bulunmustu: daha once hic bir sirket dahi yonetmemis olsa da, hic bir yoneticilik tecrubesi dahi bulunmamis olsa da, nasil bir baskan olacagi hususunda neredeyse hic bir delili ve kriteri olmasa da, ama olagunustu guzel konusan, yakisikli, guzel bir ailesi olan ve sevimli, ama ayni zamanda Amerikan halkinin az once bahsettigimiz her istediginin cevabinin kendisinde oldugunu soyleyen bu genci Beyaz Saraya secildi. Ve sonra da bekleyip, bu secimlerinin meyvelerini gormeyi ve sonra da islerin yeniden yoluna girmesini beklemeye koyuldular.

Simdi aradan bunca zaman gectikten sonra, gazete, dergi ve televizyonlar degerlendirmelerde bulunuyorlar ve simdiye kadar Obama'yla dalga gececek konu dahi bulamadigini ifade eden unlu komedi show u "Saturday Night Live" dahi, baskanlarinin neredeyse bir yillik karnesini degerlendirme geregi duyuyorlar.

Su degerlendirmeleri, tabiatiyla SNL komedi seklinde ve kose yazarlari ve gazeteler ise ciddi ve sert bir sekilde yapiyorlar. Ama yapilan degerlendirmeler ayni konulari icine aliyor.



RICHARD COHEN'IN AZARI
Ornegin gecen hafta, washington postun onemli yazarlarindan Richard Cohen yazdigi inanilmaz agir yazisinda Obama nin aradan bu kadar zaman gectikten sonra, halen bir baskan olarak ne yaptiginin anlasilmasinin mumkun olmadigindan yakiniyordu. Cohen e gore, Obama once bir karar veriyor veya bir hedef belirliyor, ve o hedefi yapmanin zamani geldiginde ve yapilmadiginda ise, hic bir sey yapmayarak seyrediyor. bu Obama nin kotu biri oldugundan kaynaklanmiyor diyor Cohen, tam aksine soyledigine o anda inandigini, ama sonrasinda, degisen sartlarla birlikte bu inancini kaybettigini ifade ediyor.

bu konuyu birkac ana ornek cercevesinde degerlendirmek mumkun. Ornegin, onceki Bush doneminde cok onemli bir uluslararasi leke olarak anilan, Amerikan istihbarat ve askeri kuvvetlerinin dunyanin dort bir yanindan terror suclusu olarak toplayip, ustune bu tutuklularin, Cenevre konvensiyonunda ileri surulen ve rehinelere taninmasi gereken haklardan mahrum oldugunu savunarak tikadigi Guantanamo yu, Obama nin goreve geldigi henuz ikinci gununde, bir takvim belirleyerek, bir yil icinde kapatacagini soyledigini goruyoruz. Simdiye kadar 9.5 ay gecmis durumda ve gosterilen son gun tarihine 2.5 ay kalmasina ragmen, hemen herkesin uzerinde artik anlastigi bir gercek o ki, bu hapishanenin bu kadar kisa surede kapanmasi ve icerdeki tutuklularin anlasilabilir sekilde baska hapishanelere veya gerekli gorulen sekilde mahkemeye cikarilmalari mumkun degil.
Simdilerde cok hatirlanmayan ama Obama nin, ozellikle cumhuriyetci aday McCain e ozenerek soyledigi ve pork/barrel denen, Kongre uyelerinin, tamamen kendi secim alanlarindaki insanlari mutlu etmeye yonelik ve genellikle harcandigi paraya denk gelmeyen ve daha az yararlar saglayan projeler icin odemelerin de kesilecegini ifade etmisti. Buna ragmen ilk gecen butce de, Amerikan Kongre uyelerinin hemen hicbir istegine karsi gelmeyerek, binlerce bu tur proje, ilk butce yle birlikte gecmis oldu.
Ic politikada, obama nin soz verip su ana kadar gerceklestiremedigi en onemli konu ise, her Amerikali baskanin ve baskan adayinin ruyalarini susleyen ve on yillarca secmenlere soz verip bir turlu geciremedigi saglik reformu. Daha dogrusu saglik sigortasinin, bir anlamda arabalara yapilan sigorta gibi, cok fazla bir para odemeden ama herkesin belirli bir aylik odemeyle, saglik sigortasina kavusmasi. bu konuyu ic politikada birinci oncelik haline getiren ve ciddi bir politik kapitalini bu konuya yatiran, onlarca kasaba ve koy dolasarak, ozel konusmalar yaparak aylarini geciren Obama, kongrenin agustos tatiline girmeden once, son gun olarak temmuz sonunu gostermis, bu konuda ciddi agir ve sert bir retorik gostermis, "ya temmuz sonu saglik reformu komisyonlardan gecer ya da.." seklinde bir cikis yapmis ve en sonunda kongre uyelerinin "hayir, bu kadar erken olmaz' cevabina karsi da, "ee, peki oyle olsun, yine de bu sekilde bir hedef gostermemiz iyi oldu" seklinde karsilik vermesi, bircoklarini sasirtmisti.
Yine bu konuda saglik reformunda, az once belirttigimiz sekilde her Amerikalinin sahip olacagi bir sekilde bir saglik sigortasi sistemi getirmesi de pek mumkun gorulmuyor Obama nin. En bastan zaten bunun olamayabileceginin sinyallerini vermis olmasi da, yine secmenlerini, ozellikle ciddi umitler baglamis olan demokrat ve solculari uzmus ve canini sikmis durumda.
Obama'nin karar veremedigi konulardan biri de, iskence veya sert tekniklerle sorgulama yapmis Amerikali istihbarat gorevlileri hakkinda ne yapacagi. Yine Bush doneminde, ozellikle 11 eylul sonraki doneminde, istihbarat gorevlilerine 'ne yaparsaniz yapin ama boyle bir atagin amerikan topraklarinda yeniden yapilmasini engelleyin' seklinde bir hedef belirlendigi artik biliniyor ve bircok eski gorevlinin yazdigi kitaplarda da soylenmis durumda. O donemde, Amerika nin tarihindeki, yabanci bir ulkede teroristlerce organize edilerek amerikan topraklarinda meydana gelen ilk saldiri sonrasinda, istihbarat calisanlara yapilan baski ve gosterilen hedefler sonrasinda, bu calisanlarin, bircok kanunu tanimayarak, iskence konusunda bircok sinirlamayi goz onune almadigi, bu konuda en onemli yonetmelikler butunu olan Cenevre konvensiyonundaki iskenceye ait noktalara dikkat etmedikleri biliniyor.
Obama ilk goreve geldiginde tutuklulara kotu davranmis CIA ve diger ajanlari, bu calisanlarin kendilerine verilen emirlerle hareket ettiklerinden dolayi sorgulamayacagini soylemesine ragmen, daha sonraki aylarda, ozellikle Adalet Bakaninin Eric Holder'in israri ile bu fikrini degistirme yoluna gittigini goruyoruz. Simdilerde bu konu uzerinde Obama nin ne yapacagini bilen kimse yok: istihbarat gorevlilerinin yaptiklarindan dolayi hesabi mi cekecek, yoksa affedecek mi?



IC POLITIKA DA SAGLIK REFORMU, DISARDA AFGANISTAN STRATEJISI

Obama'nin kararsizligi konusunda, Amerikan ic politikasindaki en onemli konu saglik reformu ise, dis politikada ise Afganistan oldugu kesin. Obama baskanlik kampanyasi boyunca Afganistan i 'iyi savas' ve bulunulmasi ve kavga edilmesi yer, Irak i ise, kotu ve gereksiz savas olarak tanimlamisti, simdilerde bu konuda ciddi bir ikilem yasadigini biliyoruz. Ozellikle kendi atadigi Afganistan'daki Amerikan ve NATO ordularinin Generali olan Stanley McChystal in, yeni strateji hakkinda acikca ileri surdugu fikirlerinden sonra, ve diger onemli generaller olan CENTCOM komutani Petraues ve Amerikan Genelkurmay baskani Mullen in de, daha cok asker gerekir seklinde ozetlenebilecek olan stratejiyi acikca ve mikrofonlar onunde desteklemesinden sonra, su an yeni bir strateji dusundugunu bildigimiz Beyaz Saray kendisini zor bir durumda buldu. Her halukarda, Obama, daha birkac ay once 17 bin ordu gonderdigi ve yapilmasi gerekn savas olarak acikladigi ve Afganistan'da ulkeyi yonetebilecek bir hukumetin kurulmasi gerektigini ileri surdugu bir ulkeden, simdilerde gucleri azaltma ve guvenli amerikan uslerinde bekleyerek ve Al Kaida'nin ve Taliban i yakindan takip ederek, sikca bomba yagdirma stratejisi olarak gorulen bir stratejiye dogru egildigini gormekteyiz. Boylece birkac ay once cok onemli olarak gorulen ve ek asker gonderilmis olan tiyatro, simdilerde terkedilmeye hazirlaniliyor. Bu da Obama'nin baska bir kararsizlik yasadigi konu.
Ve tabi Israil/Filistin konusu. Once Israil'in tum illegal yerlesim merkezlerini, istisnasiz olarak dondurmasini ileri suren Obama, bu konuyu, Filistinlilerin onceki baris gorusmelerinde 'on kosul' olarak gormeden gorusmelere baslamasina ragmen, bu sefer on kosul olarak belirtmesi ile baris gorusmeleri bir turlu baslayamadi. Hatta bu konuda, Dogu Kudus'deki illegal yerlesim merkezlerinin, ileride toprak takasi ile Israillilere birakilmasi Filistinliler tarafindan dahi kabul edilmisken, Obama tarafindan yine de dondurulmasi istegi, ya bu konuda Obama nin aldigi tavsiyelerin cok kotu oldugunu bircoklarinin aklina getirdi ya da, ratinglerinin yuksekligine ve kendisinin sihirli sopasina cok fazlaca guvendigi yorumlarina yol acmis durumda. Tabi bu sekilde, Obama, ilk 9 ayinda, arkasinda hissettigi ciddi bir Musluman dunyasinin destegine sahipken, bir 'breakthrough' yani ciddi bir gelisme yasatamadigi icin de, sadece onca aylik mekik diplomasine ragmen, bir kuru tokalasma ortaya cikardigi icin, hemen hic bir sey gerceklestiremeden, baris surecinin baslamasini onumuzdeki ay ve haftalara birakmis, bu arada on kosul olarak gordugu ve gosterdigi 'yerlesim merkezlerini dondurma' kosuluna da son vermis oldu.
Butun bunlarin en ustune, bir de obama nin Danimarka ya, 2016 olimpiyatlarini kazandirmak adina gecen Cuma gunu esi Michelle ve baska Sikagolu unlulerle ucmus olmasi ama buna ragmen Sikago'nun diger sehirler arasinda ilk turda aci bir sekilde elenmis olmasi da herseye tuz biber ekdi. Hem Obama'nin Amerika icinde bunca isi varken bir tam gununu boyle bir olaya ayirmasi, hem de gitmesine ve lobi yapmasina ragmen ilk turda Sikago'nun elenmesi, bircoklari tarfindan hafta sonu boyunca elestirildi durdu. Buna gore obama etkisi olmayacagi asikar bir geziyi, yardimcilarinin ve Sikagolu politikacilarin etkisiyle yapmak zorunda kaldi, ama herseye ragmen secilemeyerek ayrica kendi populerliginin de, dunya capinda da hem sonuna geldigini gostermis oldu hem de buyuk bir darbe yedi.
Saydigimiz butun bu karisik sinyaller, obama nin tam olarak nerede ne zaman, 'tamam bu kadar yeter' diyerek fiiliyata gececegi hususunda, eger gececekse ne yapacagi hususunda tahminleri zorlastiriyor. Obamanin kampanya konusmalarini dinleyen milyonlar, Amerika'nin icine dustugu zor durumun buyuk oranda onceki yonetimin becereksizligi ve isbilmezligi ile ortaya ciktigina inandilar. Ve buna paralel olarak, yine milyonlarca Amerikan halki, bu genc ve konustugunda kalpleri yerinden oynatan ve yeni ufuklar acan adamla birlikte, butun problemlerin de tarih sayfalarina gomulecegi gibi bir beklentiye kapildi. Simdi ise, her ne kadar bir yilin altinda bir zaman gecmis de olsa, Amerikan halki henuz kendilerine verilen degisim sozunun hic bir parcasini gorememis olmalari, savaslarin ayni sekilde, hatta artarak devam etmesi, issizligin ikiye katlanmasi, ekonominin hala duzelememis olmasi ve buna benzer bircok problemin bir yil sonra hala hayatlarinin onemli bir parcasi olmasi, yavas yavas Obama ya karsi da takinilacak tavri degistirmeye basladi.
Obama'nin bir baska sanssizligi da belki, karsisinda bulunan diger ulke liderlerinin, Putin gibi, Ahmedinejad gibi veya Netanyahu gibi usta siyasetcilerin cok tecrubeli ve ne yaptiklarini biliyor olmalari ve dolayisiyla da Obama ya devamli meydan okumalari.
Obama'nin ilk dokuz ayinin beklendigi gibi gecmedigini gormek hic de zor degil. Soz verilen degisimlerin hic biri olabilmis degil ve komedi showlari dahi baskanlarini bu konuda yerlerden yerlere vurmaya basladilar. Onumuzdeki 9 ay ise obama nin asil kritik aylari olmus olacak. Bu aylarda Obama daha cok ve etkileyen kararlar vermis olacak. Istese de istemese de Obama artik birseyleri iyi veya kotu yonde degistirmek zorunda. Hep birlikte bu degisimin hangi yonde olacagini takip edecegiz.

Saturday, August 22, 2009

Obama'nın 'Dikenli Hoşgörüsü' Türkiye'ye de Yansır mı?

STRATEJIK BOYUT
22.08.2009
Başkanlık yarışına ilk başladığı zamanlar popüleritesi olmayan Başkan Obama, gençliği, temiz geçmişi ve hitabetindeki barışvari söylemlerle sadece Amerika değil tüm dünya için bir ümit oldu. Peki Obama'nın bu barışçıl ifadeleri Türkiye'ye de yansır mı..?

OBAMA’NIN ‘DİKENLİ HOŞGÖRÜ’ YAKLAŞIMI TÜRKİYE’DE DE YENİ BİR DÖNEM AÇABİLİR Mİ?

Obama Amerika başkanlığı için başlattığı kampanya başladığından beri Amerika‘da yaygın olan birçok kanıyı da derinden değiştirdi. Öncelikle, Kasım 2008’de yapılmış olan Amerika Başkanlık seçiminden iki yıldan fazla bir süre önce başlattığı başkanlık yarışmasının başlangıcında, henüz iki yıllık bir Illionous Senatoru olarak Amerikan Senatosunda idi. Seçildiği bölge dışında da henüz kimse tarafından tanınmıyordu dahi. Başkanlık kampanyası başladıktan sonraki birkaç ay dahi, Amerika'da hala ismi duyulmamış, bir anlamda kendi başına başkanlığa koşan bir aday idi. İlk birkaç ayı bu şekilde geçiren Obama, özellikle hitabetindeki inanılmaz üstünlüğü ile öne çıkarak sonraki aylarda isminden en çok söz edilen aday haline geldi. Şimdi bu adaylık macerası onlarca kitapta detaylari ile tarihi bir olay olarak anlatılıyor.

Obama’nın başkanlık kampanyası başlamadan önce Amerikan halkınca tanınmaması ilk etapta dezavantaj olmuş olsa da, sonraki aylarda doğru kampanya stratejileri, derisinin rengi, ideal ailesi ve hitabeti ile kazandığı şöhret bu tanınmamışlık handikabını sildi. Üstüne üstlük, Obama şimdi hem geçmişinde hesap vermesi gereken hiç bir skandalı veya kötü hatırası olmayan bir başkan adayı idi, hem de yeniliği, gençliği ve karizması ile rakiplerine her alanda üstünlük sağlamaya başlıyordu. Örneğin, Demokrat Parti’nin diğer en önemli adayı Hillary Clinton tanınmış bir sima olmasına rağmen, geçmişten birçok kötü ve bölücü hatıraları da beraber getirmesiyle yeni kesimlere açılmakta hep güçlük çekti. Çünkü Clinton hakkında iyi veya kötü kararını vermiş olanların bu düşünce ve kararlarını değiştirmek neredeyse imkansız idi, ve öyle de oldu. Obama ise, görünen bembeyaz bir geçmişle, yeni kesimlere devamlı ulaşarak, günden güne oylarını artırmaya başladı.

Zaten Obama'nın başkanlık kampanyası sloganları da 'yeni bir dönem' mesajlarıyla dolu idi. Yeni bir dönemin tabiatıyla yeni bir yüzle ve partizan bir geçmişi olmayan bir siyasetçi ile yapılması lazım gelirdi. Diğer açıdan 'değişim' ve 'umut' olan diğer iki başkanlık sloganları da, ancak ve ancak değişik bir başkan adayı profili ve Amerikan halkını geleceğe umutla bakabilmesini sağlayacak kuvvetli bir başkan adayı ile mümkün olabilirdi.

Ve bu amaçlanan hedeflerin tümü gerçekleşti. Birçok komplo teorisyenlerinin öngördüğü bir siyahinin, hele hele Müslüman bir babaya ve isme sahip olan bir kişinin Amerika’nın başkan olamayacağı öngörülerini resmi olmayan ortamlarda dillendirenlerin, ayni zamanda bir ‘wishful thinking’ olarak adlandırılacak, bu saklı arzuları da tarumar oldu.

Şimdiye kadar ki bölüm sadece bir girişti. Yazımızın konusu, bu çok da bilinmeyen ve bu satırların yazarı tarafından da kendi gazete kösesinde çok sık eleştirilmiş bir dünya liderinin çok ama çok değişik konuşmalarını analiz ederek, hoşgörü ve eleştiri öğelerini içeren yaptığı birkaç konuşmanın nasıl da yerleri oynattığını göstermek.

Tabi burada birçok kişinin kelime ve konuşmaların ne önemi olabilir diye sorduklarını duyuyor gibi oluyorum. Doğru, fiillerle doldurulmamış kelimeler bir zaman sonra geri gelir ve bumeragan gibi avlar söyleyeni. Bununla birlikte, kelimelerin sihri ve sembolizmi de inkar edilemez. Kelimeler, bir anlamda kelebekler gibi yürekleri yerinden oynatır, eğer o yürekler peşin davalara ve düşüncelere teşne değilse. O kelebekler hayat çırpıntısı ve neşesi ile o kalplerin kilitli kapılarını açar. Bazı kelimeleri bazı yerlerde telaffuz etmek dahi çok şey anlatır. İste bu açılardan Obama’nın iki ayrı konuşmasını analiz ederek, hem bu konuşmalardaki sembolik önemi, hem cesareti ve hem de hoşgörü talep ederken acı gerçekleri söylemeyi göreceğiz. Bu konuşmalar söylenen yer açısından da, dinleyenler açısından kabul edilmiş bazı tabuları yerinden ederken, yeni ve modern insana önemli dersler vermesi ile önem arz etti.

Notre Dame Universitesi ve Kahire Konuşmaları

Bugün Obama’nın Kahire’de Müslüman dünyasına yaptığı konuşmayı herkes biliyor. Bu konuşmayı gülünç bulanlar, yersiz bulanlar, sihirbazvari bulanlar ve ayrıca yeri yerinden oynatacak kadar önemli bulanlar cıktı. İşin enteresanı, yukarıda kullandığım sıfatları bu konuşmayı inceleyen, alanında ün yapmış, ismi uzmana cıkmış farklı analistler tarafından yapılmış olması.

Aslına bakılırsa, sadece bu konuşmanın bu kadar gürültü koparması dahi, hattı zatında bu konuşmanın ne büyük bir sembolik öneminin olduğunu ispat etti. Dünyanın herhangi bir liderinin, hatta üç beş liderinin toplanıp ayni zamanda konuşması dahi bu kadar dikkat çekemezdi. Bundan dolayı, sadece bu açıdan, inanılmaz bir PR başarısı vardır, aynen Obama’nın Türkiye’deki gezisinin kazandığı başarı gibi. Bu konuşmanın analizini ayrıca Hurriyet Daily News gazetesindeki köşemde uzunca yaptığım için yeniden cümle cümle derinlerine girmeyeceğim.

Fakat Obama’yı uzaktan, Avrupa’ya çıktıkça konuşmalarını takip edenler, Kahire konuşmasındaki bazı patternlerin sadece o konuşmaya has olduğunu düşünebilirler. Örneğin Obama’nın bu konuşmayı, Endonezya gibi, kendi çocukluğunun da geçtiği, göreceli olarak daha yumuşak bir yapıya sahip olan, şüphesiz Obama’ya daha yakın olan, aynı zamanda dünyanın en çok Müslüman nüfuslu demokrasisi ile yönetilen bu Müslüman ülkesinde yapılmasının çok daha uygun olduğunu savunanlar çok oldu. Bu yeri savunanlar dahi Obama’yı çok az tanıdıklarını hissettirmiş oldular aslında. Obama, Kahire’den henüz iki hafta önce kadar bir Katolik okulu olan ve rahipler tarafından yönetilen Notre Dame Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ile bazı çok önemli kriterleri gösteriyordu. Obama, eğer bir fikri savunacaksa, o fikri karşıt görüşlülerin önünde savunmak istediğini, kendini çoktan sevenlerin önünde yapılacak bir konuşmanın cesaretten uzak olduğunu keşfetmişti. Ve bu prensibi takip edeceğini ispat hem Amerika içinde hem de dışında ispat ediyordu.

Öncelikle Notre Dame Üniversitesi’nde konuşmanın önemini anlatmak lazım. Üniversite, Orta Amerika’da ‘beyaz’ bir üniversite olarak anılan ve özellikle Amerika’da her zaman için çok dikenli bir konu olarak sözü geçen ‘kürtaj’ a karşı çıkan bir kurum olmakla ünlenmiş bir okul. Kürtaj deyip geçmeyin sakın. Amerika’da kürtaja karşı olan tutumunuz size Amerika’nın en önemli koltuklarına gidiş yolunda engel veya yardımcı olabilir. Amerikan Yüksek Mahkemesine seçilme veya herhangi bir eyalette senatör seçilme ve haddi zatında Amerika’ya Başkan seçilme yolunda, her zaman kürtaj konusunda neyi ve neden savunduğunuzun cevabini çok sağlam temellere dayanarak vermek zorundasınızdır. Öyle ki, bir kesim ki bu kesimin çoğunluğu Katolik inanışa sahip olanlardan kuruludur, kürtajın katillikle bir tutmakta ve bu işi yapanları çarmıha germekteyken, diğer yandan ise feminist ve liberal görüşlü kesim ise, bu konunun kadınlara ait olduğunu, kadınların sadece karar verebileceğini ve kişisel özgürlük alanında değerlendirilmesi gerektiğini öne sürmektedirler. Şu da bilinmelidir ki, bu kısa ayrım, bu konunun en basit şekilde anlatımı olabilir. Diğer turlu, eğer derinine girilmek ve değerlendirilmek istenirse, on yıllardır bu konuda en etkin uzmanların yaptığı gibi yüzlerce sayfalık tezlerle her iki tarafında da pozisyonları tartışılabilir.

Ve tabiatıyla bir Katolik kurumu olan, Katolik inanısın değişmezleri arasında sayılan kürtaja karşıtlığı diğer Katolik inanışları ile insanlara modern bilimlerle birlikte anlatmak için öğrenci yetiştiren bir kuruma ve onun öğrenci ve hocalarının doluştuğu, binlerce kişinin önünde, inanışlarına ters olan bir fikri savunabilmenin zorluğunu idrak etmek kolay değildir. Savunmak bir derecede kolay olsa da, o dikenli konuyu, akıl ve izanla, provoke etmeden savunmak kolay değildir. Belki de ondan dolayıdır ki, Notre Dame’de Katoliklerin önünde yapılan Obama konuşması, Amerikan halkında ve medyasında, Kahire’de Müslümanlara karşı yapılmış olan konuşmadan daha çok gürültü koparmıştır.

Buradan çıkarılması gereken ilk sonuç, Obama’nın, bizzat karşıt düşüncede olanların evine gidip, o karşıt düşüncelerini tartışabilme cesaretini göstermesidir. Kahire’de de, özellikle İslami aşırılığı ve radikalizmi konuşmasına konu etmesi, İsrail ile Amerika’nın arasında “kırılmaz” bağlar olduğunu açıkça anlatması, Hamas gibi örgütlerin, masum ve çocukların ölümüne neden olan saldırılarını kınayarak, korkak olarak tanımlaması ve ayrıca 11 Eylül atakları sonrasındaki Amerika tarafından alınan birçok yeni politikaları savunması ve buna benzer başka ‘dikenli’ konuları bir Müslüman topluluğun asla hoşuna gitmeyecek argümanları, Müslüman topluluğun önünde ve milyonlarca fazlasına televizyonlarında açıkça ve direk bir şekilde anlatması, yine Notre Dame’de gördüğümüz Obama’nın dışa, ama büyük bir açıyla yansıması idi.

Bu konuşmayı analiz ettiğim Hurriyet Daily News’teki makalemde, ‘iki hafta önce Notre Dame’de, Katolik dilini çok iyi konuştuğunu ispatlayan ve Katolik dininin inceliklerini çok iyi bildiğini gösteren Obama’nın, sadece iki hafta sonra Müslüman dünyasına nasıl sesleneceği merakımı celbetmişti’ demiştim. Aslına bakarsanız, mantıki zincirleme aynı idi. Notre Dame’deki izlediği yürüme taşlarından bir kez daha, ama farklı şekillerde yürüyen bir Obama vardı karşımızda. Bu dil dikenli, hoşgörüye çağıran ama acı gerçekleri veya önünde konuştuğu topluluğun düşüncelerine ters düşünceleri savunmakta bir beis görmeyen mantık idi.

Tekrar etmek gerekirse, Obama hem Amerika’da hem Müslüman dünyasında, seçilebilecek en zor yeri seçiyor, seçilebilecek en zor ve dikenli konuları seçiyor, kapılar arkasında söylenenleri bizzat dinleyenlerin yüzüne söylüyor ama bütün bunları yaparken, ortak payda ve birbirini kabul etme ilkelerini üstüne basa basa tekrar ediyordu.

Obama, kürtaj konusu dışında, Notre Dame Üniversitesi’nde konuşabilecek en dikenli ikinci bir konuyu, ırkçılık ve siyah beyaz ayrımcılık konusunu, bir siyahi başkan olarak, tarihte beyazlığıyla ün yapmış bir okulda açması ile bir kez daha, bir tabuyu daha tuzla buz ediyordu. Irkçılık konusunu, karsısındaki dinleyicileri rahatsız ederek değil, acı ders vermek için değil, tarihi rövanş alma keyfi ile değil; onları ayni zamanda ödüllendirerek yapıyordu.

Amerikan eski başkanlarından Eisenhower’in, ülkedeki siyah beyaz ayrımcılığına son vermek için kurduğu “Sivil Haklar Komisyonu”ndan bahsediyordu Obama konuşmasında. Bu komisyonun altı üyesinin olduğu, beşinin beyaz ve birinin siyah olduğunu, ikisinin, ayrımcılığa sonuna dek destek veren Güney eyaletlerin valilerinden oluştuğunu, birinin yine bu güney eyaletlerinden birinin hukuk fakültesinin dekanı olduğunu ve sonuncusunun ise, iste bu konuşma yaptığı okulun başkanı olan, Father Ted olarak çağırılan kişinin olduğunu hatırlatıyordu. Ayni zamanda, kameralar, öğrencilerin içinde, bir köşede oturan bu yaşlı adamı göstermeye başlıyordu. Obama, bu adamın, 1960’ların başında, nasıl da birbirinden çok farklı bu altı kişiyi bir araya getirdiğini anlatıyordu şimdi. Buna göre, zamanın Amerikan Başkanı Eisenhower, Rahip Ted’e, “bu adamları nasıl oldu da, siyah ve beyazların haklarını aynı ölçüde, eşit şekilde korumayı amaçlayan bu ilke etrafında toplayabildin” diye soruyor. Rahip Ted diyor ki: “beraber konuşurken, bu altı kişinin tümünün balıkçılıktan hoşlandığını öğrendim. Bir sonraki gün, hemen bir gezi düzenleyerek göle gittik. Sonra saatlerce, bir balıkçı ruhuyla, ortak zevklerden konuştuk.” Ve bu yakınlaşma, bu ortak payda ve keyif unsuru, öyle gösteriyor ki, bu farklı kültürden, düşüncelerden ve çevrelerden gelip çok az ortak paydası olan insanları birleştiriyor. Çünkü sonunda, hepsi, tabiatlarının benzerliğini keşfediyorlar. Bu ruh iklimi ile bu insanlar, Amerika tarihinin en önemli hareketini başarıya ulaştırma yolundaki en büyük engeli aşıyorlar.

Obama, Kahire’de de ayni ortak paydalara işaret ediyordu. Notra Dame’de de söylediği “ kendine yapılmasını istemediğini, sen de başkasına yapma” prensibini hatırlatırken, alıntıyı bu sefer Katolik tarihinden değil, ‘kutsal’ Kuran’dan alıyordu. Başkalarının yanlışını ve farklılığını bulmanın kolaylığıyla insanların kendisine kaybedeceğine, zor da olsa doğru olanı, yani ortak noktaları bulmanın gerekliliğine işaret ediyordu. Bu ortak dilden konuşuyordu. Kuran’a, kutsal sıfatıyla hitap ederek, hitap ettiği toplumun kutsallarına olan saygısını gösterip, Müslümanları kategorize etmenin yanlışlığına işaret ederken, diğer taraftan da, Müslümanların Amerikalıları kategorize etmesinin yanlışlığını anlatıyordu.

Obama’nın dedikleri sadece bunlardan ibaret değildi. Kendi medeniyetinin yanlışlarını bir taraftan sayarken, diğer taraftan Müslümanların mezhep içi hoşgörüsüzlüklerini, Müslüman toplumların başka inançtan olanlara olan hoşgörüsüzlüğünü ve Batı’daki başörtüsüne olan hoşgörüsüzlüğü aynı paragrafta anlatarak, evrensel doğru ve yanlışlara işaret ediyor, yeniden bazı tabuları tuzla buz ediyordu. Aynen kürtaja karşı olanların, kendi kampanya ekibinde olsa dahi işaret edip, kürtaja karşı olan ama fikrini medeni sınırlar çerçevesinde ifade eden, bir doktorun duruşunu takdir ederek, karşımda dahi olsa fikirlerini medenice ve hoşgörüyle ifade etmeyi bilen birinin yanındayımdır diyordu Obama.

Aslina bakilirsa, bu iki konusma disinda, Obama ayrica, Amerika'daki siyahlarin haklarini korumak uzere yuzyil gibi bir sure once kurulmus NAACP (Ulusal Siyahlarin Haklarini Ilerletme Orgutu) de, 16 Temmuz 2009 yilinda yaptigi konusmada da, bu sefer kendi irkdaslarina bu dikenli hosgoru anlayisiyla yaklasiyordu. Yaklasik 35 dakikalik konusmasinda Obama, once bu orgutun yuzyildan fazladir yaptigi hizmetleri, hizli bir sekilde anlatir ve bu yapilanlardan dolayi overken, sonrasinda bugune geliyor, ve bir baska politikaci soyledigi takdirde cok ciddi tepkilere neden olacak, dikenli sozlerini, onunde ve televizyonlarinin basinda dikkatle seyredenlerden esirgemiyordu. Obama, konusmasinin sonlarina dogru, gunumuzde Amerika'da, her zamankinden daha az ayrimcilik oldugunu ve bu durumun yeterli olmasa da, takdir edilmesi gerektigini soyledikten sonra, siyah ebeveynlere donerek, artik toplumdan sikayet edeceginize, cocuklarinizi daha iyi yetistirin, ve rap sarkicisi ve basketbol oyuncusu degil, onlari doktor, muhendis veya Amerika'nin gelecek baskanlari olarak yetistirin sozleriyle, isin artik bu ebeveynlerin verecegi takdir ve yonlendirmeye kaldiginin altini ciziyordu.

Obama'nin daha birkac konusmasindan buna benzer karsilastirmalar cikarilabilir. Bu karşılaştırmalar uzatılabilir. Bu konuşmaların dökümü ve videoları bir ‘tik’ uzaklıkta ve isteyen de ulaşıp, kendisine göre başka bazı neticeler çıkarabilir. Ben, yazımı sonlandırmadan önce, Türkiye’deki ve İslam dünyasındaki hoşgörünün hoşgörüsüzlüğüne değinmek isterim.

Türkiye’de son on yıllarda bazı dini cemaatler özellikle hoşgörü kelimesini bayrak haline getirdiler. Ve bayraklaştırma, başlı başına bir ufuk genişliğinin ve zamanı okuma önsezisinin aksetmesidir. Bu derin okumadan dolayı bu yolu yol edilenler alkışlanabilir. Ama şu bilinmeli ki, hoşgörü, başkalarını ve başkalarının kutsallarını kabul, iki tarafı keskin bir kılıç gibi acıtır. Başkalarının fikirlerine saygı duymak, o fikirleri sadece bir makine gibi dinlemek anlamına gelmemelidir. Bu kabul, hattı zatında bu fikirleri savunabilme özgürlüğüne de sahip çıkma cesaretini göstermeyi talep eder. Bu açılım ışığında merak ettiğim, Türkiye’de yeşeren bu hoşgörü iklimi ne derecede bazı bildik kalıpları tuzla buz etme noktasına ulaşıyor. Bu hoşgörü ne kadar yalın ve iki tarafı acıtan bir hoşgörü? Diğer bir deyişle, bu hoşgörü, herkese hoşgörü nasihat ederken, kendi içindeki hoşgörüsüzlükleri ne kadar hangi mertebede tedavi edebilme gücüne sahip.

Öncelikle Türkiye’deki hoşgörüsüzlüğün bazı sınırları aştığına inanıyorum ben. Yakin tarihte Türkiye’nin, hangi azınlıktan olursa olsun, kendisinden farklı olanlara kapı gösterdiğini görüyoruz. Bu yakın geçmiş bilindiği ve burada üzerine gidildiğinde daha çok su götüreceğinden dolayı, bu konuya girmeden kapatıyorum. Benim meselem şu: Yıllardır Amerika’da yaşayan biri olarak, Türkiye’yi ziyaret eden birçok Amerikalı ile karşılaşır ve bu insanlardan her defasında ülkemin ne kadar misafirperver insanlara sahip olduğunu duyarım. Peki giden ziyaretçilerin bu kadar misafirperver olarak anlattığı ülkemde, neden bu ziyaretçiler gibi farklı dünyadan insanlar, farklı kültürler ve dinlerini koruyarak ülkemde yaşamak isteyenler, bu arzularını gerçekleştirememiş ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunun nedeni nedir?

Biliyorum. Bu sorunun ilk cevabı, iyi niyetli hemen herkesin aklına ilk gelen, benim de defalarca duyduğum, aslında bu hoşgörüsüzlüğün ülke insanlardan kaynaklanmadığı, çeşitli komplo teorileri ve çalışmalarının, ayrıca yabancıların provoke etmesiyle meydana geldiği. Bu cevabin mutlaka dayandığı gerçekler ve gerekçeler olsa da, temelde, bu gerekçelerin çok basit olduğuna inanıyorum.

Benim cevabım şu: Bu kabul edememezlik hastalığı, yine dinin ve çok kültürlülüğün yanlış anlaşılması ile karşımıza çıkan bir durum. İslam dininde yer alan ‘tek doğru din’ ve ‘tek doğru yol’ olmanın yansımalarının, ülke insanları içinde yanlış bir şekilde tezahür etmesi. Yabancı ve farklı dindekilerin, ‘gavur’ olarak görülmesi ve bu insanların yediklerinden ve içtiklerinden tiksinti duyma ruh haleti. Bu insanları tanıyamama daha acısı tanımaya çalışmama. Evet, ben burada, Obama’nın ‘dikenli hoşgörü’ prensibini kullanıyor ve açıkça, ülkem insanlarına, hoşgörüyü yanlış anladıklarını, İslam’ın prensiplerini yanlış anladıklarını ve başka inanışlara sahip olanlara, bu yanlışlıklarından dolayı ‘şeytanvari’ görüldüklerini haykırıyorum. Ve bu durum, beni, başka bir ülkede yıllarca yaşayan birini, yaşadığı ülkede farklı olan, farklı inanışlara sahip kendimi, onların yerine koyduğumda çok incitiyor ve yoruyor.

Düşünüyorum kendi kendime, eğer ben Türkiye’de olsa idim, ve inanışlarımdan dolayı, örneğin başıma ‘Yahudi takkesi’ olarak adlandırılan ‘kipa’ taksa idim, insanların bakış açısı nasıl olurdu. Komşularım, beni yıllarca tanımalarına rağmen, ne güzel bak, inançlı bir insan, iyi bir insan mi derdi, yoksa bundan uzak duralım, aklında kim bilir ne menem fesatlar geziniyordur, uzak durmakta fayda var mi derlerdi? Ben küçüklüğümü Bakırköy’de, Kartaltepe mahallesinde geçirdim ve mahallemizin tam ortasında, ayni apartmanda oturan Ermeniler’in durumunun vahametini yıllar sonra fark ettim. Bu ‘farklı’ inanışlara sahip insanların çocukları ile arkadaşlık yapmazdık biz. Her ne kadar aramızda ara ara takılmış olsalar da, biz onları küçük görür, aksanları ile dalga geçer ve en ufak bir maruzat çıkardıklarında bir tokat atmakla tehdit ederdik. Bizden, yapıca iri olan bu çocuklar ise, bu tehditleri duydukları anda geri çekilirlerdi. Korkarlardı. Ve nitekim biz içlerinden birisini, gerçek ismini kullanmaya korkan bu çocuğu ‘korkak Engin’ diye çağırırdık. Neden korkaktı acaba bu çocuklar. Aileleri neden her sabah evlerinden çıktıklarında bu çocuklara aman oğlum, kimseyle kavga etme, birisi bir şey dese de uzak kal, cevap verme diye öğütler verirdi. Neden korkuturduk bu kadar çok bu insanları? Halbuki bu insanlar bizden çok önceleri bu mahallelerde yaşamazlar mıydı?

Dini cemaatlerimizin öncülüğünü yaptığı hoşgörü çalışmaları, kendi toplumundaki başka unsurlara gerekli hoşgörü gösterememesiyle ciddi bir yara almaya devam ediyor. Tabi bu kabul edilmezlik, sadece bu dini hareketlere değil, milliyetçisinde de, ultra-milliyetçisinde de mevcut olan bir hastalık. Bu yargımın en büyük nedeni, Türkiye içerisinde ‘misyonerlik’ faaliyetleri olarak anılan, kendi dini ve düşüncesinin doğruluğuna inanarak başka insanlara ulaştırmayı kendi hayatinin ülküsü haline getirenlere gösterilen hoşgörüsüzlüğün zirveye ulaşması hali. Kendi dini düşüncelerimizi dünyanın dört bir yanına ulaştırmakla mutluluklara gark olurken, başkalarının aynı mutluluğu ve ülküyü yaşatmak için bizim ülkemizde yaptığı çalışmaları hala küçük düşürmeye, aşağılamaya ve gizli nedenler aramaya devam ediyoruz. Tabi akla gelen sorular yok mu? Örneğin bu misyonerler arasında gerçekten kötü düşünceye kapılmış ve Türkiye’yi bir şekilde bölmeye çalışan insanlar olmuş olamaz mı? Mümkün, olabilir. Ama eğer Türkiye bölünmeye bu kadar teşne ve açık ise, zaten bazı sorunları yine kendi içimizde ve yönetim bicim ve yaklaşımlarımızda aramamız gerekmez mi?

Obama’yı dinleyen dinleyiciler, gerek hemen önündeki toplumda olsun, gerekse daha geniş perspektifte, İslam dünyasında olsun, kutsal Kuran’dan alıntı yaptığında ve medeniyetimizi ve geçmişimizdeki güzel hatıralardan söz açtığında, elleri kızarana kadar alkışladılar. Bir dakika sonra ise, Müslüman toplumun içinde bulunan değişik unsurların teröristçe yapılan saldırılarından, Müslüman toplumlardaki kadın haklarının azlığından, hoşgörüsüzlükten veya diğer bazı eksikliklerden bahsettiğinde ise olum sessizliğine gömüldüler. Belki bu sözleri duyduğunda, bu topluluk ve dahi milyonlarcası bu sözlerin altında kalarak ne yapacağını bilemeyen bir durum tezahür etti. Simdi üstünden aylar geçmeye başladığında, umarım o hoşgörü konuşmasının, dikenli bölümlerine de dikkat vermeye başlamanın zamanı geldi. Ülkede muhafazakâr ve dinci veya dindar olarak kabul edilen yayın organlarının, başörtüsü hakkini savunmanın yanında, aksam yemeği ile birlikte alkol almayı bir hayat tarzı olarak kabul etmişlerin, o hayat hakkini savunmasının zamanı geldi. Diğer taraftan, ülkenin laik anlayışına olan tehditlerin arttığına inanan yayın organlarının, bu ilkenin korunması adına yaptıkları yayınların yanında, ülkenin dindar kesimlerinin on yıllardır mahrum bırakıldığı bazı hakları savunmasının zamanı geldi. Aynen onun gibi, ‘mainstream’ medya olarak kabul edilen, ülkedeki büyük gazetelerin, Kürtler basta olmak üzere, acı çekmiş bütün diğer farklı etnik ve dini azınlıkların korumasının zamanı da geldi.

Bu yazının uzatılması, dikkatle üzerinde çalışılıp örnekler verilerek, onlarca sayfayı aşması mümkün. Bütün bu çifte standartları saymak yerine, ben, ülke insanlarının kendisinden olmayan topluluklara ve kişilere gerçek hoşgörüye ulaşmalarının zamanı geldi demek istiyorum. Bu meyanda büyük etkileri görülen basın yayın araçlarında ‘diğerlerinin’ savunduğu ilkelere, kendileri katılmasa dahi yer vermenin ve bu ‘diğerlerin’ değerlerinin de savunabilme olgunluğuna ulaşmak medeniliğine gelmenin vakti geldi de geçiyor. Bu olgunluğa ulaşamadan, kim ve hangi hareket ve lider ve yazar bu ilkeleri savunursa savunsun, sadece bir cifte standart olarak görülmeye devam edecektir. En azından, okuyan, değerlendiren ve analiz edenlerin gözünde gerçek ve samimi bir yaklaşım olma hüviyetini kazanamayacaktır. Umudum, sözünü çok ettiğimiz başkalarını kabul etme ve sevme haykırışlarının, gerçek ve herkese acık bir şekilde harekete dönüşmesi. Bunu yapacak gücümüz, medeniyetimiz ve insan hamurumuz var. Sadece bir eşik daha, büyük bir eşik daha atlanması gerekiyor. Nida edelim ki o eşik çok uzakta olmasın. Yine Obama’nın Notre Dame konuşmasında dediği gibi, hepimiz bir balıkçıyız bu dünyada ve hepimizin ortak paydaları, karşıt olan paydalardan çok. Birgün hepimiz bu balıkçılık paydasına ulaşırsak, iste o zaman, o esiğin ne de küçük bir eşik olduğunu göreceğiz. Yeter ki, doğru ve iyiyi anlatan dinlere, ama herkesin dinlerine, kültürlerine ve yasam biçimlerine saygı gösterelim. Aslına bakarsak, zaten o dinler de bunu emrediyor.

İlhan TANIR

Wednesday, March 25, 2009

Türkiye Karmasıklasan Amerikan Dıs Politika Denklemiyle Çalısmayı Ögrenmeli

-HURRIYET DAILY NEWS'DE, 24 SUBAT GUNU YAYINLANAN MAKALEMIN TURKCESI-

ILHAN TANIR

Washington, DC. Obama yönetimi özellikle dıs politika alanında hızlı bir yeni yapılanma ile ise basladı. Bu yeni yapılanmanın Türk disislerince yakından takip edilmesi ve gerekirse üzerinde çalısılarak en iyi nasıl sonuç alınması gerekliligi tartısılması gerekiyor. Amerikan Dısisleri Bakanı Hillary Clinton’ın Japonya’dan baslayarak sırasıyla Endonezya, Güney Kore ve Çin’i içine alan gezisi, yeni yönetimin dıs politika sürücü testi özelliginde.

En bastaki izlenim su; Obama yönetiminin, Bill Clinton yönetimi dıs politika stiline benzetilen özel elçi ve temsilcilikleri atama yolunu tutması, Hillary ve Amerikan Dısisleri Bakanlıgının önümüzdeki dönemde önemli dıs politika konularında ve bölgelerinde bizzat politika yapıcı konumdan uzaklastıgı anlamına gelmekte. Eski Büyükelçi Richard Hollbrook Dogu Asya özel temsilcigi ile Afganistan, Pakistan, Hindistan ve diger bölge ülkeleri üzerinde, aynı sekilde Amerikan Senatosu eski Çogunluk lideri George Mitchell de, İsrail ve Filistin basta olmak üzere, Ortadogu özel delegesi olarak, bu bölge ülkelerine yönelik politika yapımında önemli söz sahibi olan görevliler haline geldiler. Öte taraftan Washington, DC’deki son haberlere göre, Baskan Yardımcısı Joe Biden’ın da Çin politikalarında birinci elden söz sahibi olacak olması, Hillary’nin daha geriden bu politikaları ‘organize’ ve ‘esgüdümü’ rolüne çekilecegi görüntüsünü güçlendiyor.

Washington, DC’nin önemli düsünce kuruluslarından olan Brookings Enstitüsünde, geçtigimiz hafta, Hillary Clinton’un yapacagı Dogu Asya gezisini tartısmak üzere yapılan toplantıdan sonra, tartismayı yöneten Brookings’in Kuzeydogu Asya Politikaları Merkezi direktörü Richard C. Bush’a tartısmada gündeme gelmeyen bir soru yönelttim. Sorum: Obama’nın geçmisten beri Afganistan’ın öncelikli konumuna atıfta bulunmasına ragmen, kendi Dısisleri Bakanının bolge ulkelerini kapsayan bu ilk yurtdısı gezisinde neden Afganistan’ı ziyaret etmedigi idi. Bush’un cevabı beni daha da çok sasırttı: bunun nedeninin bu bölgeye yakında gidecek olan, ve bu bölgeden birinci derecede sorumlu olan özel temsilci Holbrook’un öneminin azaltılmaması için alınmıs olabilecegini söyledi. Ayni soruyu iki gun sonra baskentteki baska bir toplantida bu sefer Afganistan uzmani ve Georgetown Universitesinde profesorluk yapan Dr. Seth Jones’a yonelttim. Jones’da baska kelimelerle ayni cevabi verdi: Amerikan disisleri politika kurumundaki yeni dinamikler ve gorev paylasimlari nedeniyle Hillary’nin bu ulkelere ziyaretinin gereginin kalmadigini soyluyordu. Amerikan Dısisleri Bakanının, oncelikli kabul edilen bir ülkeye ziyareti dahi, yeni temsilcinin önünün kapatabilecegi endisesiyle yapılmıyordu.

Amerikan dıs politikasındaki bu yeni yapılanmanın dısında, daha da derinlesen ekonomik kriz ile birlikte transatlantik iliskilerde ekonomik iliskilerin ve dolayısıyla ekonomiden sorumlu görevlilerin ve kurumların agırlıgı da daha da artacak gibi. Örnegin, Dr. David M. Lampton, Johns Hopkins Üniversitesi Uluslararası iliskiler Calismaları Rektörü ve Çin konuları direktörü, Brookings Enstitüsünde yukarıda bahsi geçen toplantıda yaptıgı konusmada Amerikan-Çin iliskilerini tartısırken, özellikle denklemin bu kısmıni vurguluyordu. Bir tarafta Çin’in Amerikan pazarına olan bagımlılıgı, diger tarafta ise Amerikan yatırımcılarının Çin’nin büyümesine olan ihtiyacı, Amerika-Çin iliskilerini ve daha benzer diger ulke iliskilerini ekonomik odaklı halde tutmakta. Obama Beyaz Saray’ının Bas Ekonomi danismani Larry Summers, henüz liderini bulamamıs Amerikan Ticaret Bakanlıgı, Hazine Bakanlıgı ve atanması Amerikan Senatosu tarafından henuz tasdik edilmedigi dönemde Çin’in düsük paritede tutulan para politikasını elestiren Hazine Bakanı Tim Geithner’in Çin’le olan ikili iliski denklemindeki agırlasan rolleri, Foggy Bottom’ı daha da geriye itecek diger nedenler.

Degisim Nereye Kadar?

Obama yönetiminin önceki yönetiminden farklı oldugunu devamlı ve üstüne basa basa ısrarla her fırsatta dile getirmesi, muhatap ülkelerde de birçok beklentilerin olusmasına neden olmus durumda. Bu durum yeni Amerikan yönetimine, geçmis 8 yılda yorulmus ve yıpranmıs birçok iliskiye yeniden baslama sansı verse de, bir diger taraftan da yine ayni ekibe, bu artan beklentileri de karsılama ödevi yüklemis durumda. Örnegin su aralar Amerikan dıs politikasınin en büyük mantralarından biri, Amerikan dıs politika yapıcılarının bundan sonra ‘dinlemeye’ önem verecegi. Dinlemek, Georgetown Universitesi profesoru Balbina Hwang’in usteledigi gibi, neyi, ne kadar dinleyecek ABD? Ve muhatap oldugu bunca farklı rakip ülkelerin hangi birini dinlediginde kendisine söyleneni yaparak mutlu edebilecek?

Ayrıca yukarıda saydıgımız çok bilinmeyenli denklemin içine bir de eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in azalmayan güç arayısı, yıllar boyu artan bütçesi ve süregelen savaslarla dıs politika alanında manevra alanını devamlı artıran Amerikan Savunma Bakanlıgı ve Pentagon’u da eklemek gerekiyor.

Bu aralar Washington, DC’de katıldıgım her toplantıda duydugum Amerika’nın uzun zamandır harcadıgı askeri ve politik kapitalinin artık ona her yerde rahatça hareket imkanını vermedigi. Irak ve Afganistan’da yıgılan Amerikan ordusu, ya bizdensin ya da onlardan dayatması ile sogutulan arkadaslıklar ve son olarak ekonomik krizin sarstıgı imaj ile tökezleyen Amerika, Obama yönetimi ile birlikte tam da ihtiyacı olan barıs ve beraberlik mesajları vermeye, konusup-dinlemekten dem vurmaya basladı. Aslına bakılırsa bir açıdan, Amerikadaki yönetim degisikliginden gelen bu yeni açılım ve yaklasım tarzı, etkisi azalan süper gücün eninde sonunda akacagı vadi idi. Bir anlamda o vadiye daha vakur ve hızlı inmis oldu Amerika Obama’nın seçilmesiyle.

Türkiye yeni denkleme ne kadar hazır?

Amerikan dıs politikasında yasanan yeni gelismeler Türkiye için de yeni analizler gerektirmekte ve bunun Türk dıs polikası yapıcıları tarafından inceden inceye dikkatle not edilip edilmedigi henüz bilinmemekte. Örnegin, Türkiye önümüzdeki dönemde Basbakan Erdogan’ın basdanısmani Dr. Ahmet Davutoglu’nun simdiye kadar çokça tartısılmıs olan strarejik derinlikli dıs politikasını takip etmek istiyorsa, öncelikle Türk Dısisleri Bakanlıgında ‘reality check-gerçeklik testi’ nin uygunlanması gerekiyor. Turkiye’nin toplam dısisleri diplomatlarının sayısı bin civarında ve bu sayı, aynı büyüklükteki diger Avrupa ülkeleri ile karsılastırıldıgında komik denebilecek kadar az. Bu kadar az sayıdaki dısisleri diplomat sayısının öncelikle bu çok yönlü dıs politika hedeflerini ne kadar mümkün kılacagı, hem de hızla degisen öteki ülkelerdeki denklemleri ne kadar izleyebilecegi, büyük bir soru isareti.

Türkiye, Obama yönetiminin çok yönlü ve konusan-dinleyen dıs politika aktörlerini iyi anlamak ve bu yeni denklemi kendi lehine çevirmek istiyorsa, bu beraberligin getirecegi yüklere de ortak olmaya ciddi sekilde hazırlanması gerekiyor. Bu yük paylasımı konusu ilk etapta Afganistan’da karsımıza çıkacak gibi görünüyor. Gulencilerin Washington, DC’de bulunan Rumi Forum’da yakınlarda konustugum Amerikan-Türk Konseyi baskanı Emekli Büyükelçi James Holmes’a neden Türk hükümetinin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin Afganistan’a daha fazla güc göndermekde çekinceli davrandıgını sordum. Büyükelçi Holmes’ın saydıgı nedenlerden biri de yabancı bir ülkeye carpısacak asker göndermenin Türkiye’de popüler olmadıgı idi. Su çok iyi bilinmeli ki, önümüzdeki dönemde, Bush yönetimi için Irak ne demekse, Obama yönetimi için de Afganistan o demek olacak. Obama ve Amerikan dıs politika aktörleri, bu konuda koparabilecekleri bütün yardımı müttefiklerinden koparma derdindeler. Bu istek güçlü bir sekilde Türkiye’nin de önüne gelebilir ve Türkiye’nin simdiden bu bölgeye yeni güç gönderip göndermeyecegini ve verecegi cevabın ne türlü sonuçlar doguracagını tartısmaya baslaması gerekiyor.

Dr. Richard Bush ve Seth Jones’un bana özetledigi gibi, önümüzdeki dönemde, atanan yeni özel temsilci ve elçilerin atandıkları bölgelerdeki önemi Dısisleri Bakanını dahi ikinci plana atabilecek kadar guclu olacak ve görevleri hakkında bu kisiler hem Amerikan Dısisleri Bakanlıgına hem de Ulusal Güvenlik Takımına karsı sorumlu olacaklar. Türk Dısislerinin üzerinde kafa yorması gereken baska bir denklem parçası da bu yeni muesseseler. Türkiye’nin bu yeni moda özel temsilcilerle en yakın zamanda irtibata geçmesi ve aynı sekilde irtibatta kalması gerekliligi. Turkiye’nin Suriye ile Israil arasindaki arabulucuk calismalari hakkinda ozellikle son haftalarda, Baskentin bircok platformunda ovunc ve alkislar duyulmakta. Ote yanda, Davos’taki son çıkısin kotu etkileri duyulmaya devam etmekte. Dinledigim bircok Ortadogu uzmani, Israil’de yeni hukumet kurmakla gorevlendirilen Benjamin Netanyahu’nun bir Suriye baris gorusmelerine, Filistin baris gorusmelerinden daha sicak baktigi yonunde. Bundan dolayi, Turkiye, yarida kalmis arabulucuk calismasini, taraflarin yardimiyla baslatabilirse, Davos’taki korkutucu imajini da duzeltme yoluna gidebilir. Ayrica, simdiye kadar Türkiye’ye ugramaya vakit bulamamis olan Amerikan Ortadogu özel temsilcisi George Mitchell’in yakinlarda gerceklesek Turkiye ziyareti, bu mesajların verilmesi için de iyi bir fırsat gibi durmakta.

Obama ABD Baskanı olarak yemin ettikten ancak bir ay kadar sonra Türkiye liderlerini aramak için vakit bulabildi. Filistin Devlet Baskanı Abbası’ı ilk gün, birçok bölge ülke liderlerini ilk hafta içinde aramaya vakit bulan yönetimin, Türkiye’yi sıralamanın arkalarına itelemesi, kabul edilsin veya edilmesin, bir mesaj niteligi tasır. Ayrica gerek Baskan Yardımcısı Joe Biden, gerekse Amerikan Kongresindeki hemen bütün önemli Demokrat Parti liderleri, Türkiye’yi ilgilendiren bircok hassas konuda, Türkiye’nin geleneksel politikalarını alt üst edebilecek açılara sahip oldukları bilinmeli.

Obama adına sevincle kesilen kurbanların kanı kurudu ve gerçek hayata baslandı. Sinirleri gerecek birçok konunun üst üste gelecegi ve tartısılacagı bir döneme yakınlasıyoruz. Bu döneme girmeden, Türk dıs politikasının kokpitinde görev yapanların kemerlerini baglaması, yeni riskler yaratmak yerine risk yönetimi kavramlarını sözlükten çıkararak yeniden üzerinde calismaya baslamaları gerekiyor. Yukarıda anlatmaya çalıstıgımız gibi, Amerika’nın dıs politika denklemi daha da karmasıklasıyor. Bu yeni denklemi okuyacak, bire bir oynayacak ve çıkabilecek kötü sonuçlara karsı simdiden B ve C planlarını hazırlayacak bir kriz ekibine, olabilecek krizler henuz ortaya cikmadan, her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Alternatifsiz politika yönetimi Türkiye’yi çok yakın zamanda içinde çıkısını bulamayacagı sokaklara itebilir.